Ana içeriğe atla

Modernizmin Truva Atı


Postmodernizm, modernliğin rasyonalitisine, aklın bütün alanlarda, insanlığın tüm problemlerini çözebilecek mutlak otorite olmasına itiraz ederek ortaya çıkmıştır. Postmodernizm, politik veya sosyal nitelikli, küresel, her şeyi kucaklayıcı, Marksizm, faşizm, liberalizm gibi tüm dünya görüşlerine söz merkezci ve bütünselleştirici büyük anlatılar oldukları gerekçesiyle karşı çıkar. Postmodernizm evrenselciliğe de karşı çıkarken, genel geçer ve yansız bir bilgi anlayışını kabul etmeyip, çeşitli akılların varoluşunu ve bilginin göreliliğini vurgular.

Postmodernizmin ortaya çıkışındaki önemli faktörlerden birinin, Avrupa’nın 20.yüzyıldaki politik tarihi olduğu çok rahatlıkla söylenebilir. Çünkü bu tarih, Avrupa kaynaklı sömürgeciliğe, modern ve aydınlanmış Avrupalıların Avrupalı olmayan halklara ya da barbar komşularına uygarlık götürme teşebbüslerine, sömürgelerin sözde uygar devletlere karşı verdikleri kurtuluş savaşlarına, dahası soykırımlara tanıklık etmiştir. Bütün bu gelişen olaylar, Batının hümanizmine, ilerlemeciliğine ve kendisinin barbarlığın antitezi olduğu iddiasına gölge düşürüp, modernizmin sorgulanmasına neden olarak postmodernizmin doğuşunda etkili olmuştur.

İstanbul Modern’de 16 Ocak-16 Mayıs 2013 tarihleri arasında izlenebilecek olan “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisinde de bu postmodernist hava hissediliyor. Sanatçılar eserleriyle, hem modernitenin yıkımlarını hem de görünenin ne kadar aldatıcı olduğunu sorgulamaya ve anlatmaya çalışmışlar. Eserlerin mesajlarını iletmekte ne kadar başarılı olduklarına ya da ne kadar yaratıcı olduklarına dair bir eleştiride bulunmayacağım. Herkesin bir eserden hissedeceği ve algılayacağı şeyler de çok farklıdır. Fakat bir sosyolog gözüyle baktığım zaman, birileri işin ucundan tutmuş, çaba sarfetmiş diyebilirim. Bu sergi sayesinde modernitenin yaratmaya çalıştığı bütünsel ve tek tip yaşam modelinin aslında ne kadar kutuplaştırıcı, bireyi yalnızlığa iten bir yapı olduğu gözler önüne seriliyor. Aynı zamanda sergi, kimlik, aidiyet, göçmenlik, tüketim toplumu ve ulus-devlet kavramlarının da yeniden sorgulanmasına yardımcı oluyor.

Peki Ya Çelişkiler?

Postmodernist düşünürlerin en çok üzerinde durdukları konulardan biri bilginin ve sanatın birer meta haline gelmesidir. Serginin sponsorunun Fransız lüks markalarını çatısı altında toplayan Comité Colbert olduğu daha önce burada yazılmıştı. Bir serginin, böyle bir marka grubu tarafından desteklenmesi, sanatın bir meta haline gelmesini akla getiriyor hemen. Fransız lüksünü İstanbullulara tanıtma ve daha çok markayı Türk piyasasına sokma girişimleri için festival düzenlemeleri ve bu festivalle paralel olarak bir sergi organize edilmesi, pazarlama taktiklerinde sanatı kullandıklarını gösterir. Üstelik bunu, sosyal sorumluluk kılıfını giydirerek yapıyorlar. Bu durum tam da Lyotard ve Baudrillard’ın sözünü ettikleri bilginin, sanatın, sahip olunan değerlerin ticarileşmesinden kaynaklanan bir tüketim toplumunun oluştuğuna uygun bir örnek. Comité Colbert, lüks yaşamı benimsetmeye çalışarak ve de kendi markalarının ürünlerini satmaya çalışarak tüketimi artırmaya çalışıyor. Yani sistemin içindeki görevini yerine getirmeye çalışıyor. Sanatı bir meta haline getirmesi de ilk bakışta çok da sorun değil, böylece sanat eserlerinin ulaşılabilirliliği kolaylaşıyor. Fakat çelişkili olan, sponsoru olduğu serginin, Comité Colbert’in dahil olduğu sistemdeki desteklediği tüketim toplumu, modernite, kent yaşamı, bilgi ve sanatın metalaşması, lüks yaşam gibi kavramları eleştirmesi. Böyle bir durumda serginin vermek istediği mesaja dair samimiyetine de kuşku duyuyor insan.




    Nasan Tur, Once Upon a Time

Düşünürlerin diğer üzerinde durdukları konu ise ulus-devlet kavramının bir anlam ifade etmemesidir. Sergideki eserlerden buna en güzel örnek Nasan Tur’un “Once Upon a Time” adlı çalışmasıdır. Saten kumaştan üretilmiş sekiz ülke bayrağından oluşan bu yerleştirme ilk bakışta bir ulus-devlet abidesini andırır. Oysa Yugoslavya, SSCB ve Doğu Almanya gibi artık dünya düzeninde yeri olmayan ve siyasal dünya haritasından silinmiş sekiz devletin bayraklarından oluşur. Tavandaki tek bir zincirden yere sarkmış bu devasa bayraklar iç içe geçerek adeta bölünmez bir bütün oluşturmuştur. İlk bakışta tanıdık gelseler de bayrakların hangi ülkeye ait olduğunu anlamak hemen hemen imkansızdır. Ulus-devlet ya da birleşik devletler, dikkatli bakıldığında yayılmacı politikaları ile sorunlar oluşturmaya ve çöküşe gitmeye mahkumdur. Farklılıkları desteklediklerini söyleyen Comité Colbert’in bu konudaki çelişkisi ise hâla milliyetçi bir tavırla politikasını yürütmesi. Ulus-devlet kavramındaki devletin otoriterliği gözükmüyor burada, sahneye sermaye sahipleri olarak giriyorlar ama ulus kısmından henüz kopamamışlar. Fransız yaşam tarzını empoze etmek ve yaymak için uluslararası platformda tanıtımlar yapıyorlar. Bir taraftan da kendi yaşam tarzlarını metalaştırıyorlar. Bu aynı zamanda modernizmin getirmiş olduğu, sömürgecilik ve yayılmacı politikaların daha kansız ama daha sinsi ve acımasız halidir. Küreselleşmeyle birlikte kapitalist sistemde, devletlerin rolü çok da yoktur, asıl sistemi yönetenler büyük sermaye sahipleridir. Bu nedenle ulus-devlet ve milliyetçilik kavramları zamanla etkisini yitirmeye başlamıştır. Fakat Comité Colbert’in kapitalist sistemdeki sermaye sahiplerinden olmasına rağmen stratejisini hâla modernitenin kalıntılarından yürütmeye çalışarak Fransız yaşam tarzı üzerinden kurmasını, bununla eş zamanlı olarak da bütün bu modernist stratejilerin ve yaşam tarzlarının hatta postmodernist hayatın da olumsuz yönlerini gösteren bir sergiye sponsor olmasını ben kendi içinde yaşadığı bir çelişki ya da kasıt olarak görürüm.

Sanat Müzelerine Not

Sanatın metalaşmasının onun ulaşılabilirliğini kolaylaştırdığından bahsettim yukarıda. Ülkemizdeki özel sanat müzeleri de bu durumu tam anlamıyla kullanıyorlar. Gerek değişik gruplara sundukları farklı giriş ücretleriyle, gerek her sergi için hazırladıkları kataloglarla, gerek müze mağazalarında sattıkları diğer hediyelik eşyalarla… Ama madem bir işe soyundunuz, tam soyunun, tüketici ve sanattan faydalanacak izleyiciler olarak bizler de aferin diyelim. En son karşılaştığım olay, İstanbul Modern’de “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisi için de güzel bir katalog hazırlanmış. Bu kataloğu 55 TL karşılığında satıyorlar. Eğer sanat sizin için bir meta ise, bu fiyat da neyin nesidir? Yapın çok daha makul bir fiyata, herkes rahatlıkla alabilsin. Yoksa nerede o zaman metalaşmanın getirdiği ulaşılabilirlik?

Kaynakça


Cevizci, A.; Felsefe Tarihi, “Postmodernizm”, Say Yay., İstanbul, 2010


Makalenin yayınlandığı yer: Artimetre

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Başarıyı Herkes Üstlenir Peki Ya Başarısızlık?

Buralara yazmayalı uzun zaman olmuş. Türk siyasi hayatı tarif ve takip etmesi zor her bir bireyi derinden etkileyen günlerden geçiyor. Siyaset kavramının bariz bir şekilde değiştiğini de aslında bu günlerde çok iyi görüyoruz. Önceleri siyasi yaşamda gelişen olayların geniş kitlelere etkisi olurken ve toplumun her kesimine etkisi olmazken, bugün en ufak bir olayın toplumun hemen hemen her kesiminde yaşayan bireylere ayrı ayrı etkisi oluyor.  En son geçirdiğimiz 14-28 Mayıs Genel Seçimin yankısı ve sancısı halen sürerken yerel seçimlere doğru gidiyoruz. Geçirilen bu seçim birçok açıdan Türkiye için ilkleri ve önemli kırılmaları bünyesinde taşıyordu. Seçim öncesi, sırası ve sonrası süreçler detaylıca ve dikkatlice analiz edilmesi gerekirken ne yazık ki bu analizlerin sorumlularının büyük bir kısmının partizanca bir tavır takınmaktan kendilerini alamadıkları gerek yazılarında gerek çıktıkları programlarda görülüyor. Bu tarz eleştiri ve yorumlarla gerçek hatalar dolayısıyla da çözümleri gör

Hayatı Sıfırla

Son viral reklamıyla Coca Cola Zero, sanat ve karın doyuracak meslek karşılaştırmasını da gündeme getirdi. “Hayatı Sıfırla” ve “Hayallerinin Peşinden Git” sloganlarıyla bir kampanya düzenleyen ve sıfıra yeniden bir anlam kazandıran Coca Cola, bu kampanya kapsamındaki yeni iletişiminde küçükken profesyonel olarak müzikle ilgilenen ama geçimini sağlayamayacağı için hayatını başka bir yola yönlendiren kişi ve kişilere odaklanmış. Marka bu ikilemi gündeme getirerek zihinlerdeki maddi koşullar ve özlemlerimiz arasındaki trajik açmazı  tartışmaya açıyor. Özellikle hayallerin ve özlemlerin sembolizmini sanat üzerinden vurgulaması bu trajik açmazın eksenini oluşturmakta. Sanat sembolizmini, tüketim toplumunun mekanikleşmiş yaşam koşullarının tam karşısına koyması oldukça ilginç. Söylem samimiyetini arayan izleyici, sanat yaşamının metalaşmasını, kazanca ve pazarlamaya endeksli olması gerçeğini nasıl aşabileceği meselesi ile karşı karşıya kalıyor. Bu sürecin başlıca sorumluları olarak d